“Denize, Martiye, bir tahtası eksik İki Kişiye Bir Hikaye” – Sait Faik Abasıyanık*

“Denize, Martiye, bir tahtası eksik İki Kişiye Bir Hikaye” – Sait Faik Abasıyanık*

11/05/2020 Kapalı Yazar: Fırtına Dergi

Topal martı ile balıkçının konuştukları bile, işitilmemişse de, görülmüştür. Önce martının laf attığına kalıbımı basarım. Ne dediğini söyle deseler söyleyemem ama, işin başka türlü olmasına; diyeceğim, ilk balıkçının martıya laf atmasının mümkünü yoktur.

Martının ne dediğini bırakalım. Balıkçıyı konuşturalım.

Martı:

— …

Balıkçı:

— Susacak mısın be topal, sabah sabah… Patlamadın ya! Daha nişana varmadık… Gözünü seveyim sus. Sus, sus da bir an evvel varalım. Sana laf mı yetiştireceğim? Kürek mi çekeceğim?… Nuh deyip peygamber demediğine göre, pek aç olmalısın… Peki, peki! Dediğin olsun. Dur, bekle, bir kolyoz keseyim… Bağırma oğlum, bağırma çocuğum! Amma yaptın ha!… Amma da kafa patlattın be!

Martıya, başından ötede etlerinden sıyrılmış kuyruğu titreyen bir kolyoz iskeleti fırlattı; küreklere asıldı. Az sonra sis içindeki Hayırsız adalar gözüktü. Martı susmuştu. İki kanat vurup sandalı geçiyor, yedi kanat vuruşta balıkçının tepesinden Hayırsız adanın kıyılarına uçup kayboluyor, geri dönüyor, süt liman denize konuyordu. Artık konuşmuyorlardı.

Balıkçı o zaman bana döndü:

— Ne zaman çıksam, sandalı tanır, peşime düşer. Bir de uğurlu kuştur, sorma.

— Neden topal diyorsun ona Barba?

— Topaldır da ondan. İyi bak, bir bacağı yoktur.

— Ne olmuş bacağına?

— Bilmem. Belki denizin dibinden bir canavar gelip kaptı. Belki anadan doğma böyledir. Belki daha yavru iken bir insanoğlu yavrusunun eline düşmüştür, bilinmez.

Sustuk. Rüzgâr bir kara kokusu getirdi. Bozulmaya başlayan bir karpuz kokusu duydum.

Balıkçı:

— Şuna bak be, dedi, insan gibi yahu! Tam nişana konmuş.

Kuşun konduğu yerde durduk. Martı beş kulaç ötemize gitti kondu. Sevinçle kafasını uzata uzata haykırdı.

Balıkçı yem kesmek üzere bıçağını çıkarırken yine havalandı. Gözden kayboluncaya kadar uçtu.

Ben:

— Kaçtı Barba, dedim.

Balıkçı:

— Şimdi döner gelir, dedi. Sivri’de başka balıkçı var mı diye bakmaya gitmiştir.

— Peki?… Bakıp öğrenmesi mi lazım?

Balıkçı:

— Onun için değil ama, benim için lazım da… dedi, susuverdi.

İkimiz de fazla konuşmayı sevmeyenlerdeniz. O bu kadar konuştuğumuza bile pişman gibiydi. Balıkçı dediğin kendi kendisiyle konuşan adamdır, diyeceğim ama, yanlış olur. Doğrusu, balıkçı kısmının geveze olmayışıdır. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. Sonunda şöyle bir neticeye vardım: İnsan balıkçı ise geveze değildir. Geveze ise balıkçı değildir. Ama lüzumu olunca da konuşmalı.

— Kınalı’nın burnunu görüyor musun?

— Görüyorum.

— Yukarda beyaz bir toprak olacak. Burundan hemen yukarıda, o yukarıdaki top ağaçların altına doğru; orayı görüyor musun?

— Hayır…

İki kürek daha çekti.

— Şimdi?

— Şimdi görüyorum.

Yine sustu. Altımızdaki mavi âlemden derin, sağır bir ses çıkıyordu. Bildiğimiz insan, hayvan, düdük, makine, tahta, rüzgârda, tel, ağaç, böcek… yeryüzü seslerinden başka türlü bir ses, derinden, kulaç kulaç derinden bir ses işitiyordum. Bu ses, bu mavi âlemin nefes alıp verişinin sesidir gibi geldi bana. Bir karıncanın bizim bütünümüzü değil, milyonda bir parçamızı duyması gibi ben de bu kocaman, deniz denilen canlı, muhteşem mahlukun bir parçasının sesinin, sağır, derin gürültüsünün milyarlarla eksilmiş bir parçacığını işitiyordum. Şakaklarım zonkluyor, kulaklarım vınlıyordu. Açıklarda bu durgun, derin, sesi gelmeyen sesten hep ürkmüşümdür. Konuşmak istiyorum. Bu sesi duymamak için içimden haykırmak geçiyordu. Şimdi pek yaklaştığımız Sivriada’ya kadar yüzsem, karaya ayağımı bassam, bağıra bağıra bir türkü söylesem diye içimden geçti.

— Barba, dedim, söyle Allah aşkına, neden gidip Sivriada’da balıkçı var mı diye bakar da geri döner, martı?

Kirpiklerinin kenarları kırmızı kırmızı gözlerini kaldırıp yüzüme baktı. Denizden, sükûttan, denizin doyulmayan derin sesinden korktuğumu anlamıştı. Cevap vermeden önce beni bir süzdü. Güldü. Sonra:

— Başka balıkçı varsa kalkar yanıma gelir de ben kızar, başka yere giderim. O gün de tersliğim üstümde olur, ona balık vermem diye. Herkes de bilmez, nişanı belli etmemek için kaçıyorum sanır. Vallahi değil. Ne münasebet! Allah herkesin rızkını verir. Benim için buralarda balık tutacak “taş” mı yok? Buraların altını ezbere bilirim ezbere. Tahtelbahir gelip benden sorsun. Keyfim, yalnız balık tutmaktır. Balığı yapayalnız tutmaktır. Anladın mı?

Balıkçı şimdi onunla konuşuyordu:

— Benim, yalnız balık tutmaktan hoşlandığımı sen nereden bilecekmişsin? diye bu efendi soruyor, cevap versene ulan!

Martı da artık konuşmuyordu. Kırmızı halkalı, hiç kırpılmayan yusyuvarlak gözü sandalımızdaydı. Bembeyaz, tertemizdi. Soğan kabuğu renkli gagası açılıp kapanıyordu.

— Cevap versene topal!.. Söylesene… Orada balıkçı varsa, bu tarafa doğru geliyorsa sana iş yok diye. “Sen sinirlenirsin, kaçarsın, akşama kadar ters herifin biri olursun, olan bana olur” desene. “Domuzun biri olursun” de. “Küreği kaldırır sanki bana vurabilirmişsin gibi yaparsın” de, “Bir balık kafasını bana çok görürsün” de.

Martı baktı, sustu.

Balıkçı bana:

— At şu kafaları martıya, dedi.

Nasıl yutuyordu martı, görmeye değer. İştahlı insanlar gibi iştahlı martılar da oluyor. İnsanı tiksindiriyor. Ben yemeğini gizlice yiyen insandan hoşlanırım. O insanlar bir ağaç altına oturur, paketini açar, ne yediğini bile bilmezsin. Belki ağızlarını şapırdatırlar, belki iştahla da yerler ama, yanlarından biri geçse suç üstü yakalanmış gibi utanırlar.

Balıkçı:

— Çok açgözlüdür, dedi. Bu huyunu sevmem ama, martı bu. Bu martı mahluku doymak nedir bilmez.

— İnsan gibi, dedim.

— Yok, dedi, insana taş atma, insandan insana fark vardır, tokgözlüsü de olur.

— Ama, azdır.

— Çoktur, dedi.

Karları erimemiş Uludağ tepelerini gösterdi.

— Bu taraflarda, dedi.

Oltaları atmıştık. Şimdi balıkçı durmadan konuşuyordu. Sanki benim “insan geveze ise balıkçı değildir” müşahedemi bana çok görmüştü.

— Yemek yerken utanan köylü çok gördüm. Ayıpmış gibi yemek yiyorlardı. Sonra sofrasındaki ıstakozu ağzını açmadan kibarcasına, martıdan daha çabuk tüketen beyler de gördüm. Kibarlığına kibar yiyorlardı: Ağızlarını şapırdatmadan, yalnız çenelerini oynatarak… Ama o çeneye biraz dikkat etsen korkardın. Ne korkunç şeylerdi. Çene değil makine. Makine değil, değirmen.

Topal martı etrafımızda dört dönüyordu.

— Bunun başka ahbap sandalları da olmalı Barba?

— Olmaz olur mu?

— Hepsinin de huyunu bilmesi gerek.

— Bilmez olur mu?

— Bir martı için bu kadar politika…

Balıkçı, çürük dişlerini açtı. Ta küçük dilini gördüm.

— Gırtlak… Boğaz… dedi.

Yine sustuk. O oltasını tartıyordu. Ben yine bu oltanın önce hızlı hızlı, sonra ağır aksak benimle beraber battığı, derinliklere doğru nefessiz daldığım düşüncesine kapıldım. Buradan şu mavi mahlukun ezgisinden kurtulsam da karada rahat rahat nefes ala ala ölsem, dedim kafamın içinden. Balıkçı konuşmamaktan balık beklemekten ne kadar hoşlanırsa hoşlansın, yalnız kendini düşünmediğini, beni unutmadığını belli eden isteksiz bir gevezelikle konuşmaya başladı:

— Sular fena, dedi, sen de fena oluyorsun denizde… Biraz sonra döneriz, üzülme…

Susmasıyla bir başka taraftan alması bir oldu:

— Tuhaf, dedi, alışmışım şu topala. Onu etrafımda görmediğim günler bir şey kaybetmiş de ne olduğunu bir türlü bulamayan, durmadan da o şeyi arayan insana dönerim. İnsana alışamıyorum ama şu deniz kuşuna alışmışım. İnsana alışsam evlenirdim. Alışamıyorum. Aynı evde, aynı yatakta bir insanla bütün gece beraber olmak beni zıvanadan çıkarır.

Balıkçının yer odasını düşündüm. Orada hemen hiç oturmazdı. Ağlarını koyar, çoğunca kahvede, ya da sandalda yatardı.

— Sen evden hoşlanmıyorsun Barba Yakamoz, dedim.

— Hiç, hiç, dedi. Ben evden hoşlanmıyorum. Anam ben kundakta iken ölmüş. Babam hiç evde oturmazdı. Ben yazın denizden hiç çıkmazdım. Akşam, babamın balıktan dönüşünü bekler, hemen sandalın başaltına kıvrılırdım. O bizim kümesteki balık ağının üzerine uzanmaya giderdi söylene söylene. Erkenden gelir beni uyandırır. Kafası, gördüğü rüyadan kızmamışsa, balığa götürürdü. Biraz dalgalı ise, homurdanır… “Hadi sen git çarşıda oyna” derdi. Kös kös uzaklaşırdım…

* * *

— Balığa mı Barba Yakamoz?

— Balığa… Ne olacak?

— Beni de alsana.

Cevap vermedi. Yüzüme de bakmadı. Ama, balık bile tutmadan verdiğim bahşişin yabana atılır bir şey olmadığını, Barba Yakamoz’un da şu dünya yüzünde ihtiyaçları olduğu düşünülürse beni tekrar balığa götürmesi mazur görülebilir.

— Ama, dedi, sandalın içinde ölsen, geri dönmem.

— O gün biraz rahatsızdım.

— Yine rahatsız olacaksın. Aldırma. Bu sinirle sen sonra karada da bir gün gelir rahat edemezsin. Koy ki bir şey olmaz. Ama ölsen n’olur? Ecel geldikten sonra ha karada, ha denizde…

— Neden denizde insana ölüm korkusu gibi bir şey geliyor?

— Ölüm korkusu değil o, dedi, akıl korkusu.

— Ne demek o Barba?

— Denizde kafa başka türlü, karadakinden başka türlü işler. Karada çare elini uzatsan elindedir. Ama bir sandalın içinde çaresizliğin elindesin. Hastalansan doktor yok. Ölsen papaz yok, imam yok -sanki bir işe yararmış gibi- kör olsan, elini tutan yok. Delirsen morfin yok. En iyisi bir şişe rakı al… Dur! Recep oğlum, şurdan bize bir 190’lık alıver.

Sandala atladım. Baktım Barba Yakamoz’un yakasında bir siyah matem tülü var.

— Kimin öldü Barba?

— Bir uzak akraba…

Bu sefer sandalda hiç konuşmadık. Nişana vardığımız zaman:

— Leandros’un ucunu görüyor musun?

— Görüyorum.

— Kırmızı toprağı da gördün mü?

— Gördüm.

— Tam sahilde beyaz bir ev olacak. Şu kayaların üstünde mi, tam?

— Üstünde…

Deyip de oltanın ucuna karidesleri takıp suya saldıktan sonra topal martıyı hatırladım.

— Topal martı nerde? dedim.

— Öldü, dedi,

— Ne?… Nasıl?…

— Nasıl olduğunu bilmem ama, bir sabah nişana vardım ki, tam nişanın üstünde ölüsü yüzüyor…

— Seni görsün diye mi nişanda gelip öldü dersin?

Cevap vermedi. Birdenbire yakasındaki matem alametini, topal martı için taktığı düşüncesi aklıma geldi. Güldüm.

— Ne gülüyorsun? dedi.

— Hiç, dedim, yoksa uzak akraba topal martı mıydı?

Yüzünü gözüme dikti.

— Bugün, dedi, kafan karadaki gibi işliyor, korku yok! Doğrusu da bu. Böyle olmalı. Karadaki gibi işlemeli kafa denizde de. Hiçbir şeyin çaresi karada da yoktur. Bize çare, elimizin altında gibi gelir. Yalan! Boş! Dünya çaresiz dünyadır.

— Olamaz öyle şey Yakamoz, dedim. Dünya çarelidir. İnsanlar dünyaya bir çare bulacaklar.

— Hay yaşayasın pedimu! İşte karada böyle düşünülür. Denizde de böyle düşünmelidir. Yanlış ama, olsun. Hep, her zaman böyle düşünmeli.

Bir şey söyleyecektim. Cıgaralı elini kaldırdı. Sus işareti verdi. Sustum. Oltaya asıldı. Yakaladığı beş, altı kiloluk bir kırlangıçtı. En azdan bir onluğu vardır diye düşündüğünü sanıyorum. Kepçeyi vurdu, balığı kıça doğru fırlattı. Yemi tazeledi. Konuş bakalım, der gibi bana baktı.

— Ey, dedim, ne diyecektim? Yoksa topal martının mı matemini tutuyorsun?

Önce kafasını gösterdi:

— Kafa dediğin eskir, ihtiyarlar, ölür bile insan ölmeden, dedi.

Sonra kalbini gösterdi:

— Eskimeyen, eksilmeyen şey buradadır.

Sustu. Koca adam, barut gibi adam, köyde kimsenin sevmediği, hoşlanmadığı adam:

— Ölüsünü burada bulunca ağladım, dedi. Sen hani geçen balığa gelişimizde hastalanmıştın, ben de öyle hastalandım. Balık tutmadan döndüm. Her tarafım kıyılıyordu. Eve gittim yattım. Sabahleyin ağzım zehir gibi uyandım. Dolapları karıştırdım, bir ilaç ararmış gibi. Bu tülü buldum taktım.

Çengel gibi parmaklarıyla siyah bezi yakasından söktü, denize attı.

— Bu da deliliğimizin bir başka türlüsü, dedi. Deniz mi bizi böyle eder, nedir? Aç şu şişeyi.

Fincanın içine rakıyı koyduk. Gözünden bir damla yaş düştü berrak, keskin kokulu suya. Göğsüne vurdu.

— Bu yürek, bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir, dedi.


*Sait Faik Abasıyanık’ın bu öyküsü 4 Ekim 1952 tarihinde Yeni İnci dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.