Film incelemesi: 12 Kızgın Adam – Saime Sultan Uçar

Film incelemesi: 12 Kızgın Adam – Saime Sultan Uçar

16/05/2020 Kapalı Yazar: Saime Sultan Uçar

12 Kızgın Adam, Reginald Rose’un aynı adlı oyunundan uyarlanmış ve Sidney Lumet’in tarafından yönetilmiş 1957 ABD yapımı bir drama filmi. Sidney Lumet’in ilk uzun-metraj denemesi olan film siyah beyaz ve tek bir mekanda geçiyor. 1957 Amerika’sını, karakterlerin psikolojik, sosyolojik ve dönemin toplumsal yapısını ele alarak anlatan film gecekondu mahallesinde yaşayan ve sabıkalı olan bir gencin babasının cinayetiyle suçlandığı bir davayı konu alıyor. Suçlama yeterli kanıtlara dayandırılmasa bile çocuğun babasıyla olan ilişkisi ve sabıkalı oluşu filmin başında çocuğa kesin suçlu yahut suçludur gözüyle bakılmasına sebep oluyor keza filmin devamında da bu bakış açısının değişimini 12 jüri üyesinin bir odada karara varmaya çalışmasıyla izliyoruz.

Filmde 8 numaralı jüri üyesinin diğer 11 jüri üyesine karşı babasını öldürmekle suçlanan gencin suçlu olduğuna ikna olmadığını söylemesiyle başlıyor. İlk diyalogların başladığı bu sahnede çocuğun suçluluğuna dair elini kaldırmayınca diğer 11 üyeden; Neden? Nasıl suçsuz olduğu kanısına varıyorsunuz? Deliller ortada vs. gibi tepkiler aldığında, 8 numaralı jüri üyesi şöyle diyor; ‘Suçsuz olduğunu söylemiyorum, sadece konuşmak istiyorum.’ Burada en başında suçsuz olduğunu düşünen ve üstün zekasıyla yahut dedektifane yetenekleriyle çocuğun suçsuzluğunu kanıtlayan bir jüri üyesi izlemiyoruz. Aksine tartışma sürecini başlatan jüri üyesi de çocuğun suçlu ya da suçsuz olduğundan emin değil. Filmin vermeyi amaçladığı düşünce fikrimce bu ilk diyalogda yatıyor; ‘Sadece konuşmak istiyorum.’

Diyalogun devamına ise şu sözleriyle devam ediyor. “Çocuğun suçsuz olduğuna dair bir fikrim yok sadece bir çocuğu 5 dakikada ölüme göndermemeliyiz, -akşam ki beyzbol maçına yetişmek istediğini belirten bir başka jüri üyesine dönerek- daha maça 1 saat var hadi konuşalım!”

Bu noktadan itibaren 8 numaralı üyenin makul bulunan kanıtları ve tanık ifadelerini düşünerek, sorgulayarak ve o anı canlandırarak çürüttüğünü ve bunu yaparken dava özelinde geniş anlamda sistemi, ölüm cezasını, yargılama ve savunma süreçlerini sorgulamaya zorladığını izliyoruz. Önce 8 numaralı üyeyle birkaç üyenin daha çocuğunu suçsuz olduğuna inandığı sonra bu sayının yarı yarıya eşitlendiği ve en sonunda üyelerinin tamamının çocuğu suçsuz bulduğunu görüyoruz. Bu fikir değişim sürecinde ise toplumun farklı yapılarından olan bu jüri üyelerinin ayrı ayrı başka sebeplerle ikna olduklarını yahut kendi ön yargılarını bir bir nasıl kaybettiğini izliyoruz. Filmden alınabilecek tüm mesajlarda aslında burada yatıyor. Örneğin; filmin ortalarında göçmen olan bir jüri üyesiyle başka bir jüri üyesinin tartışmasında, göçmen olan jüri üyesinin ‘bir yerlerden gelip burada her şeyi biliyormuş gibi davranamazsın vs.’ gibi cümlelerle söz hakkının nasıl elinden alındığını görüyoruz. Yine jüride çoğunluğun çocuğun suçlu olduğuna ikna olduğu ve bütün kanıtların çürütüldüğü bir yerde bir jüri üyesinin gecekondu mahallerinde yaşayan insanlar hakkında bu insanlar yalancı doğarlar, doğuştan böyledirler, tehlikeli ve kötüdürler vs. gibi söylemlerini görüyoruz.

Bu sahnede ki ‘böyledirler’ söyleminin Talcott Parsons’ın toplumsal sistem tanımını anımsattığını söyleyebiliriz. Parsons toplumsal sistemi, aktörler yani belirli bir toplumsal pozisyon, statü ve rol sahibi olan kişiler arasındaki etkileşim süreçlerinin sistemi, toplumsal yapıyı da aktörler arasındaki toplumsal ilişkilerin az çok kalıplaşmış bir görünümü olarak tanımlar. Fikrimce bu senaryoda, Parsons’ın tanımının doğruluğunu görmekle birlikte kalıplaşmış toplumsal ilişkilerin kalıplaşma biçiminin doğru olmadığını söylemek mümkün. Filmin sonlarına doğru yer alan sahneye dönecek olursak burada jüri üyesinin artık çocuğun suçluluğunu rasyonel şeylere dayandıramadığında ‘böylelerdir’ diyerek yaptığı savunma sınıflara ayrılmış toplumlarda adalet kavramının da tek değil ayrı olduğuna yapılan açık bir gönderme diyebiliriz. Suçlu, suçsuz, zaten yaparlar, o kesime biçilmiş yaşam tarzı bu, onlar doğuştan böyledir gibi çoğunluk tarafından belirli kesimler için biçilmiş kılıfların işlendiği bu sahnede jüri üyesinin ağzından da tıpkı yaptığı ayrımcılığın içten içe farkında olan bütün insanlardan duyabileceğimiz şu cümleler de çıkıyor elbette “onların da bir iki iyi yönü vardır, bir ikisinin iyi olduğunu gördüm ama onlar da istisnaydı.” Filmin sonlarına doğru çocuğun mantıklı nedenlerle cinayeti işlememiş olabileceği kanısına varıldığında yine de ‘işlemiştir’ dayatmasını yapan jüri üyelerinde vücut bulan toplumsal ön yargılar ve ‘işlemiştir’ düşüncesine sebep olan etkenler yani çocuğun yaşamı, büyütülme tarzı, gördüğü aile içi şiddet vs. aslında değinilmek istenen temel nokta.

En nihayetinde tartışmanın başında herkesçe kesin kabul edilen verilere şüphe ile yaklaşınca hakikatin bambaşka olduğu görülüyor, tüm deliller karartılıyor. Tek bir kişinin karşı çıkışıyla yaşanılan bu değişim, Serge Mascovici’in (1976) “azınlık etkisi” deneyinde tanımladığı azınlıkların da çoğunluğu etkileyebileceğinin göstergesi.

Son olarak insanın yeterince doğrulanmış bilgisi olmadan bir küme ya da topluma tutkuyla bağlanması ya da bunlardan nefret etmesi olarak adlandırabileceğimiz toplumsal ön yargının, düşünme ve muhakeme etme yetimizi nasıl etkilediğini anlattığını düşündüğüm film için son bir noktaya daha değinmek gerekirse filmin temelinde Socrates’in şüpheden yola çıkarak hakikati arayış metodu yattığını görmek mümkün. Keza filmin en başında çocuğu suçluluğunu onaylamayan tek üye Socrates’in çokça bilinen aforizmasına atıfta bulunuyor ‘Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir.’