Eğitim-Sen MYK üyesi Özgür Bozdoğan: ‘Uzaktan eğitimde yok sayılan öğrencilerimiz var’ | Söyleşi

Eğitim-Sen MYK üyesi Özgür Bozdoğan: ‘Uzaktan eğitimde yok sayılan öğrencilerimiz var’ | Söyleşi

08/04/2020 Kapalı Yazar: Ahmet Kavruk
Özgür Bozdoğan

Özgür Bozdoğan, Eğitim-Sen Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi ve Eğitim-Sen Genel Yükseköğretim ve Eğitim Sekreteri. Bozdoğan, 1991 yılında Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Öğretmenliği’nden ardından da Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü İngiliz Dili Öğretmenliği yüksek lisans programından mezun oldu. 1991 yılında öğretmenliğe başladı. Çankırı, Çorum ve Ankara’da çeşitli okullarda çalıştı. Öğretmenlik mesleğine adım attığı günden bu yana bir eğitim emekçisi olarak mücadelesini sürdürüyor.

Bozdoğan ile Türkiye’de ilk koronavirüs vakası açıklandıktan sonra eğitim ve öğretime verilen aranın ardından başlayan ‘uzaktan eğitim’ süreci üzerine konuştuk. Uzaktan eğitim sürecinin başladığı gün ‘eba’ tv’de yayınlanan siyasi görüntülerden uzaktan eğitim sürecinde kullanılan uygulamalara ve eğitim programlarının içeriklerinden, salgın ile mücadele sırasında ilan edilen 20 yaş altı için geçerli olan sokak yasağına kadar birçok konuyu ele aldık. Hazırladığımız bu söyleşiyi siz değerli okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Hazırlayan: Ahmet Kavruk


  • Koronavirüs salgını nedeniyle Türkiye’de 13 Mart 2020 tarihi itibariyle eğitim ve öğretime ara verildi. 1 haftalık ara tatilin ardından uzaktan eğitim süreci başladı. Genel olarak uzaktan eğitim süreci nasıl ilerliyor?  2 haftalık süre içerisinde öğrenciler ve öğretmenler ne gibi sorunlarla karşılaştılar?

Öncelikle uzaktan eğitimin, ‘yüz yüze yani örgün eğitimin yerini asla alamayacak tamamlayıcı bir eğitim’ olduğunu ifade etmek gerekiyor. Çünkü okul, sadece akademik bilginin öğretmenler aracılığıyla öğrencilere aktarıldığı bir kurum değildir. Okuldan, yani örgün eğitimden bahsederken; aynı zamanda öğrencinin sosyal olarak ve psikolojik olarak kendisini geliştirdiği, kendisini ait hissettiği ve içerisinde yaşama hazırlandığı geniş bir sürecin oluştuğu bir kurumsal yapıdan bahsediyoruz.

Okulun ve eğitimin kendisinin sadece çocuğun akademik hedeflere ve kazanımlara ulaşması olmadığını, ondan çok daha fazlası olduğunu ifade ederek konuşmaya başlamak gerekiyor. Uzaktan eğitimi de  bu anlamda çok çeşitli kısıtlılıklar ve sınırlılıklar içerdiği için asla ve asla biz eğitimciler açısından yüz yüze olan örgün eğitimin yerini alamayacak bir eğitim olarak kabul edildiğini de ifade etmek istiyorum.

Uzaktan eğitimle ilgili yanlış bir algı oluştu

Buradaki temel mesele; Türkiye’de uzaktan eğitimle ilgili oluşan yanlış algıdır. İlk koronavirüs vakasının açıklanmasıyla beraber tatil ilan edildi ve ülke genelinde, uzaktan eğitimin okullarda verilen yüz yüze eğitimin yerini alabileceği, bu açığı doldurabileceği gibi bir algının oluşmasından dolayı öğrencilerdeki ve velilerdeki beklenti çıtası oldukça yüksek bir yerde oluştu. Dolayısıyla bu sürecin normal, olması gereken şekilde anlatılması gerekiyordu.  

İki; uzaktan eğitimin kendisi herhangi bir zaman ve mekânla sınırlandırılmayan; kişinin istediği mekânda, istediği saatte ulaşabileceği bir eğitim türü; doğal olarak bunun getirdiği avantajlar ve dezavantajlar var.

Bir diğeri salgından dolayı yapılan uzaktan eğitimle ilgili amaç ve araç ilişkisinin doğru belirlenmediğini düşünüyoruz. Çocuklarının motivasyonlarını yüksek tutmak, eğitim sürecinden kopmalarını engellemek, evde kapalı kaldıkları bu dönemde psikolojilerine olumlu katkı yapmak ve bu süreçle baş etmelerine bir biçimiyle yardımcı olmak esas amaçlar olması gerekirken; sanki okulda yüz yüze verilen örgün eğitimin yerini alacak bir eğitim süreci gibi ders içeriklerinin planlanması ve yapılmaya çalışılması, uzaktan eğitimle ilgili çok ciddi sorunları oluşturdu.

Bir başka boyut olarak da uzaktan eğitim, tüm öğrencileri eşit kabul ederek, tek kabul ederek, aynı kabul ederek yapılan bir eğitim türü. Oysa biz biliyoruz ki; öğrencilerimiz eşit değil, farklılıkları var; hazır bulunuşluk düzeyleri farklı, algılama biçimleri farklı, öğrenme alışkanlıkları farklı ve kişisel olarak da farklılıklar var. Yüz yüze eğitimde öğretmen tüm bu değişkenleri kontrol edebilecek durumda yani sınıf içindeki bu farklılıkları görerek o sınıfa özgün bir öğretim yöntemi ya da yaklaşımı geliştirebilecekken, uzaktan eğitimde verilen dersler tüm öğrencileri  ‘tek ve aynı’ kabul edilerek veriliyor. Bu da takip, devam gibi sorunları ortaya çıkarıyor. Pek çok öğrenci şu an uzaktan eğitim sürecinden kopmuş durumda bunun altını çizmek gerekiyor.

  •  Elbette uzaktan eğitim koronavirüs salgını nedeniyle bir tercih olarak değil daha çok bir zorunluluk olarak hayata geçirildi ancak örneğin internet olmayan bir evde sizce bu süreç nasıl işleyecek? Uzaktan eğitimde sürecinde kullanılan sanal sınıf araçlarının avantajlarını ve dezavantajlarını değerlendirebilir misiniz?

Uzaktan eğitimin belki de şu an en çok tartışılması gereken konusu: erişim-ulaşım.  Yani uzaktan eğitime öğrenciler erişebiliyor mu, hepsi verilen bu hizmetten eksiksiz bir şekilde yaralanabiliyor mu? Kuşkusuz hayır!

Özellikle bu noktada  uzaktan eğitimin kendisine öğrenciler arasında eşitsizlik yaratmaması gerektiğini sürekli olarak ifade etmeye çalışıyoruz. Türkiye’nin farklı bölgelerinde televizyon kanallarının bile izlenmesi mümkün değilken, öğrencilerimizin büyük bir bölümünün bilgisayar veya internet bağlantısı gibi teknik donanımlara sahip olmadığını biliyorken, bütün öğrencilerin bu imkânlara sahipmiş gibi bir uzaktan eğitim planlaması yapılmasının zaten baştan eksik olduğunu ifade etmek lazım.

Yerel yönetimlerin de çabaları bu kadar geniş bir sorunu çözmeye yetmez

Eğitim-Sen olarak kamuya açık şekilde yapmış olduğumuz çağrılar var; özellikle eğitime ulaşım engeli yaşayan öğrencilerin gereksinimlerinin bir an önce karşılanması gerekiyor. Yerel yönetimler bu açıkları kapatmak için birtakım adımlar atıyorlar. Örneğin; Ankara Büyükşehir Belediyesi, bilgisayarı olmayan öğrencilerin eksiklerini tamamlamak için adımlar atıyor ama bu yerel çalışmaların kendisi bizim sözünü ettiğimiz bu kadar geniş bir sorunu çözmeye yeterli olmayacağını kabul etmek gerekiyor. Bu sebeple Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu açığı gidermesi gerekiyor.

Bizim vurguladığımız bir başka eksiklik; özel gereksinimi olan, engelli olan, özel eğitim ve rehabilitasyon desteğine ihtiyacı olan öğrencilerimizin durumu.  Uzaktan eğitim süreçleri bu öğrencilerimizi yok sayarak hazırlandığı için bu öğrencilerimizin de uzaktan eğitimden yararlanması sıkıntılı ve kısıtlı. Geçici koruma altında bulunan öğrencilerimiz var. Bu öğrencilerin sayısı resmi rakamlarla 1 milyonun üzerinde. Okula kayıt yaptırabilmiş 600 binin üzerinde öğrenciden söz ediyoruz. Uzaktan eğitim bu öğrencilerin varlığını düşünerek hazırlanmış bir eğitim olmadığı için bu öğrencilerimiz de şu an uzaktan eğitimden tam anlamıyla faydalanamıyor.

Toparlarsak:

  1. Amaç ve araç ilişkisi açısından bir sıkıntıdan bahsetmek mümkün
  2. Uzaktan eğitime erişim açısından bir sıkıntıdan söz edebiliriz.
  3. Kapsayıcılık açısından bir sıkıntıdan söz edebiliriz.

Bu üç başlık esasında başından beri ifade etmeye çalıştığımız uzaktan eğitim ile ilgili sorun alanları.

  • Uzaktan eğitimin başladığı ilk gün TRT-EBA TV’de Menderes’in idamını anlatan animasyonun gösterimine ve ders aralarındaki ilahi yayınlarına birçok insan tepki gösterdi. Tepkiler üzerine Ziya Selçuk bir açıklama yaptı, akabinde görüntüler kaldırıldı ve konuyla ilişkili soruşturma başlatıldı. Öte taraftan seçmeli din dersleri de bu süreçte zorunlu hala getirildi diye de tepkiler söz konusu. Siz hem bu konuyu hem de genel olarak uzaktan eğitim programının içeriğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İçerik sorunu; yani uzaktan eğitimde biz çocuklara ne göstereceğiz. Göstereceğimiz ders materyalleri öğretim programlarına uygun mu, ilgili mevzuata uygun mu ve çocukların psikolojisine uygun mu? ilk gün yayımlanan idam sahneleri ve diğer içerikler açısından bakıldığında uzaktan eğitim içeriklerinin hazırlanması ve denetiminde bugüne kadar sorun yaşandığı, tam bir denetim sağlanamadığı, içeriklerin belirlenmesi ve oluşturulmasında ciddi sorunlar olduğunu görüyoruz.

Kamunun olanaklarıyla siyasi bir görüşün yaygınlaştırılması kabul edilemez

Eğitim kamusal bir hizmet ve bu kamusal hizmetten toplumsal fayda üretmesi bekleniyor. Ama toplumsal fayda üretmesi beklenen kamusal bir hizmetten, bir siyasi görüşün ya da yaklaşımın,  herkesin üzerinde mutabık olmadığı görüşlerin sanki üzerinde mutabakat sağlanmış görüşler gibi yaygınlaştırılması ve bunu kamunun televizyon kanallarında, kamunun bütçesiyle ve kamunun olanaklarıyla yapılmış olması kabul edilemez. Söz konusu görüntülerin 2012 yılında oluşturulduğu belirtiliyor. Oysaki biz biliyoruz; her ne kadar ismi değişse de ‘Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü’ çok uzun süredir faaliyet gösteren bir biçimiyle kadrolaşmanın çokça tartışıldığı bir genel müdürlük. Bu genel müdürlüğün kendisinin üretmiş olduğu içerikle ilgili, sadece bir ya da iki kişinin soruşturulmasıyla, cezalandırılmasıyla bu meselenin üzerinin örtülmesini de doğru bulmadığımızı belirtmek istiyorum. Şu an yaşanan durum, Milli Eğitim Bakanlığı içerisindeki hâkim bir yaklaşımın, sadece kamu tarafından da fark edilmesi oldu. Esas bu hâkim yaklaşımın bakanlık içindeki izdüşümlerinin tartışılması gerekiyor. Tabi tartışılması gereken o kadar çok konu var ki esasında… 

Biz kamuoyuna da ifade ettik; aynı genel müdürlük, bu eğitim içeriklerini hazırlamakla sorumlu olduğu gibi bu içeriklerin sunumunda sorumludur ve eksik davranmıştır. Örneğin; 17 Nisan tarihinde 18 bin akıllı tahta için bir ihale yapacak aynı genel müdürlük.  Şu an okullar kapalı ne zaman açılacağı belli değil, akıllı tahta ihalesi yapmanın bir aciliyeti yok. Biz bu genel müdürlüğe diyoruz ki; 18 bin akıllı tahtaya yapacağınız yatırımı uzaktan eğitimden yaralanamayan yoksul öğrencilere ayırın.

  • Hem liseye geçiş sınavında hem de üniversiteye geçiş sınavında çıkacak soruların konularına sınırlılık getirildi. Sizce bu konu sınırlılığının sınavlara nasıl bir etkisi olacak?

Öncelikle hem LGS için hem YKS için şu tespiti yapalım: Milli Eğitim Bakanlığı ve ÖSYM, farklı sınav ve ölçme ve değerlendirme araçları geliştiriyor. Bu araçlarla öğrenciler arasından seçme ve yerleştirme yapılıyor. LGS ve YKS normal zamanlara göre geliştirilmiş araçlar ve normal koşullarda edinilmesi gereken kazanımları ölçme üzerine kurgulanmış araçlar. Oysa şu an olağanüstü bir dönem yaşanıyor ve bu olağanüstü dönemden dolayı ikinci dönem konuları her iki sınava da dâhil edilmeyerek sadece birinci dönem konularının dâhil edildiği sınavlar yapılacak.

Olağanüstü bir dönem ve bu dönemde ölçmede kullanılacak konular sınırlandırılıyor ama her ne hikmetse ölçme aracı olarak yapılandırılmış olan bu iki tane sınavın kendisinin yapısıyla ilgili bir tartışma yapılmıyor. Yani soru sayıları ya da sınavın kendisinin oluşturulma şekliyle ilgili bir tartışma yapılmıyor. Biz diyoruz ki; gelin oturalım LGS’yi yeniden konuşalım: derslerden 20’şer soru sormak ve bu soruları öğrencilerin 80 dakikada cevaplamaların istemek doğru mudur yanlış mıdır, bu şekilde tam bir ölçme yapabilir miyiz? Yani önce sınavın kendisini konuşmak gerekiyor. Sınavın kendisinin konuşmadan sanki her şey normalmiş gibi normal zamanlar için geliştirilmiş araçların kullanılmasının çok çeşitli sorunlar yaratacağını ifade etmek gerekiyor. Birinci nokta bu.

Sadece 213 bin öğrenci seçilecek, bu durum soruların ayırt ediciliği yükseltilecek anlamına geliyor

İkinci nokta: Bu sınavlar seçme ve yerleştirme sınavları olduğu için, özellikle bunu ifade ediyorum, sadece birinci dönem kazanımlarından hazırlanacak olan soruların seçiciliği ve eleyiciliği ; bu sınavların seçme ve yerleştirme işlevini yerine getirebilmesi için kaçınılmaz bir şekilde soruların ayırt edicilik seviyesinin yükseltilmesi gerekiyor. Öğrencilerin seçme ve yerleştirme işlemlerinin yapılabilmesi için, daha anlaşılır şekilde söylemek gerekirse; soruların zorluk derecesinin yukarıya çekileceğini öngörmek gerekiyor.  1 Milyon 800 binden fazla öğrencinin 8. Sınıftan 9. Sınıfa geçeceği bir durumda, sadece 213 bin öğrencinin  sınavla öğrenci alacak olan okullara yerleştirecek olduğu dikkate alındığında, bu durumda geriye kalan 1 milyon 600 bin öğrenci dışarıda kalacak demektir. Bunun için de,  seçme için kullanılacak soruların ayırt edicilik özelliklilerin doğal olarak yüksek olması gerekiyor. Konu sayısının azalmasından dolayı soruların zorluk derecesi yükseltilerek bu  sınavların yapılacağını  düşünmekteyiz. Bu ne işe yarar? Bu yöneticiler açısından kısmen bir seçme işi görebilir, kısmen bir yerleştirme işlevi de görebilir ama sonuç olarak öğrencilerin gelecekleri açısından onların yaşamdan beklentileri açısından hayal kırıklıkları yaratacaktır, umutlarını kaybetmelerine neden olacak, pek çok sorun yaratacaktır. Biz, her öğrencinin istediği okul türünde ve okulda eğitim almasının temel bir hak olduğuna inanıyoruz. Bunun gerçekleşebilmesi için de, sürekli olarak MEB’i, öğrencilerin ilgi, istek, tercih ve yeteneklerine uygun bir okullaşma politikası uygulamaya çağırıyoruz.

Eşitsizlik giderek derinleşiyor

Gelelim YKS ve LGS ile ilgili tartışmaya: zaten öğrenciler şu an evdeler, sınavlara hazırlanmakla ilgili ciddi güçlükleri çekiyorlar. Bu güçlükleri çektikleri evinden özel derse ya da farklı şekilde bu sınavlara hazırlık programlarına ulaşma olanakları olan öğrencilerle olmayanlar arasındaki eşitsizlik gittikçe derinleşiyor. Yani burada emekçi halkın çocuklarının aleyhine gelişen bir riskten söz etmek gerekiyor.

LGS için konuşmak gerekirse bizim üzerinde durduğumuz üçüncü bir boyut. Birinci bölümde de ifade etmiştim soruların zorluk seviyesi yükselecek çünkü ayırt edicilik özelliklerinin artması gerekiyor, peki en ayırt edici sınav nedir? Kuşkusuz matematik ve fen bilgisinin ayırt ediciliği olabilir ama bu yıl yabancı dil sınavı ciddi bir ayırt edicilik özelliğine sahip olacak ve bu da özellikle özel okullardan ya da ailelerinin sosyoekonomik durumundan kaynaklı yabancı dil hazır bulunuşluğu daha yüksek olan çocuklar için avantaj sağlayacak. Biz o yüzden henüz vakit varken Milli Eğitim Bakanlığına çağrıda bulunuyoruz: gelin bu sınavın yapısını yeniden konuşalım! Bu sınavın eşitsizlik üretmemesi ve öğrencilerimizin yaşamlarının başında başarısız olmayı deneyimlememesi  için bu sınav yeniden yapılandırılabilir. Elimizde yeterince zaman var. Milli Eğitim Bakanı her ne kadar 7 Haziran’da bu sınavın yapılacağını ilan etse de sınavın kendisi de, sınavın tarihi de, her şey yeniden konuşulabilir. Biz eğitimciler için temel hareket noktası “çocuğun üstün yararıdır”.  Çocuğun üstün yararını gözeten bir şekilde her iki, sınavı da, yerleştirme sistemini de yeniden tartışmaya ihtiyaç olduğunu ifade etmek isterim.

  • Öğrenciler ister istemez uzaktan eğitim sürecinde, örgün eğitim sürecinde olduğu gibi bir öğrenme süreci içerisinde olmayacak. Bu dönem süresince eksik öğrenilen ya da öğrenilemeyen konular nedeniyle özellikle liseye ve üniversiteye geçen öğrenciler ileride bir zorlukla karşılaşır mı, eğer karşılaşırsa ne gibi zorluklarla karşılaşabilir ve bu sorunu aşmak için neler yapılabilir?

Okulların kapalı kaldığı dönemdeki eksik öğrenmeler ya da edinilemeyen kazanımlarla ilgili telafi en kolay olanı. Eksik kalan ders kazanımlarının yeniden edinilmesi kolayca gerçekleştirilebilecek bir durum. Bizim zaten mevzuatımızda telafinin hangi koşullarda, ne kadar süreyle yapılacağı belli. Liseleri örnek verirsek; okulların kapalı olduğu sürenin üçte ikisinden az olmamak kaydıyla telafi eğitiminin  yapılacağına dair düzenlemelerimiz var. Burada esasında bizim öğrencilerin evde kapalı kaldığı ve salgın tehdidiyle karşı karşıya oldukları dönemdeki kişisel olarak yaşamış oldukları zorluklar, gelişim düzeyleri açısından bakıldığında onlar üzerinde oluşan psikolojik etkilere karşı  ,onların yeniden geleceğe umutla, güvenle bakabileceği bir eğitim ortamı ve aynı zamanda bir sosyal ortam sağlanmak bizim açımızdan temel meseledir.

Yapılamayan derslerdeki eksiklerin kısa bir süre içinde giderilebileceğini ifade etmek gerekiyor. Daha önce de ifade etmiştim, okulun kendisi sadece ders yapılan, akademik bilginin aktarıldığı bir kurum değil; kişisel olarak öğrencilerin kendilerini geliştirdikleri, yaşama hazırlandıkları bir kurum. Şu an esasında öğrencilerin hissettiği en büyük eksiklik bu. Arkadaşlarından uzaktalar, öğretmenlerinden uzaktalar, okuldan uzaktalar… Yaş dönemleri gereği gerçekleştirmeleri gereken sosyalleşme ihtiyacını karşılayamıyorlar. Bizim biraz da çubuğu oraya bükerek, öğrencilerin gereksinimlerini karşılamamız gerekiyor.

  • Geçtiğimiz günlerde 20 yaş atında olan kişiler hakkında sokağa çıkma yasağı getirildi. Ama bir gün sonra ise 18-20 yaş arasında olan ve çalıştığını belgeleyen kişiler bu yasaktan muaf tutuldu. Bir yandan ülkemizdeki çocuk işçi gerçeğini de düşünerek bu yasağı ve ek genelgeyi bir eğitimci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Salgının başladığı ilk günden bu yana, bu durumla mücadele için en etkili yolun evde kalınması olduğunu ifade ettik. Bununla birlikte kesinlikle ve kesinlikle zorunlu işler dışındaki, yaşamın asgari düzeyde devam etmesi için gerekli olan işler dışındaki, tüm işlerin durdurulması, çalışanların ücretli idari izinli sayılması gerektiğini söyledik. Bu anlamda da tüm bu çalışmaların durdurulmadığı bir durumda salgına karşı etkili bir mücadelenin olamayacağından da eminiz. Önümüzdeki dönem bu tartışmalarının daha yoğun olacağının da farkındayız. Hastalık ilerledikçe, tanı konulan vaka sayısı arttıkça, özellikle bu bahsedeceğim konu ile ilgili tartışma çok daha yoğun biçimde devam edecektir.

İçişleri Bakanlığı’nın 20 yaş altındaki gençlerin sokağa çıkmasıyla ilgili getirdiği kısıtlamadan hemen sonra bir ek genelge yayımlayarak 18-20 yaş arasında olan ve çalıştığını belgeleyen gençlerinin sokağa çıkma yasağından muaf tutulması anlayabileceğimiz, ya da kabul edebileceğimiz bir durum değil. Çalışanların tamamının ücretli izine çıkarılması gerekirken; emekçilerin çalışmaya devam etmesi için genel bir karantina ilan edilmemesini, insan sağlığının değil de sermayenin geleceğini önceleyen bir yaklaşımın sonucu olduğunu düşünmekteyiz. Biz bunun doğru olmadığını ifade ediyoruz ve ifade etmeyi de sürdüreceğiz. Önceliğimiz insan sağlığı, önceliğimiz bu salgının bir an önce durdurulması ve tüm yurttaşların sağlıklı bir şekilde bu süreci atlatmasıdır.

  • Tüm bunların ötesinde sanal sınıflar ve uzaktan eğitimde kullanılan araçların geleceği hakkında düşünceleriniz nelerdir? Bizim çok hazır olmadığımız gerçeği olmasına rağmen ilerleyen süreçte yaygınlaşacağını ve tercih edilen bir alan olacağını düşünüyor musunuz?

Uzaktan eğitim tartışmaları ve canlı sınıf uygulamaları şu anda eğitim camiasının dünya genelinde en fazla tartıştığı konu… 

Bakanlık tarafından işleyişinin ve nasıl kullanılacağının belirlendiği resmi olan tek sosyal eğitim ve paylaşım platformu ‘EBA”. Uzaktan eğitimin başlamasından bu yana ise, eğitim yöneticileri, hemen hemen tüm illerde,  öğretmen arkadaşlarımızı ‘Zoom’, ‘Google’ gibi, ders aracı olarak onaylanmamış  video konferans programlarını kullanmaya ve öğretmenlere  mevzuatla ve yasalarla verilmemiş görevleri yapmaya zorlanmaktadırlar.

Sanal sınıfların kullanımı yöneticilerin baskısı ve zorlaması ile oldu

Biz ısrarla şunu ifade ediyoruz; eğitim aracı olarak belirlenen, incelenen ve onaylanan araçlar dışındaki araçların kullanılması doğru değildir. Birkaç gün önce basında da çok fazla tartışıldı: Zoom adı verilen bir video konferans uygulamasını bilgisayarlarına yükledikleri ve kullandıkları için  arkadaşlarımızın kredi kartlarından para çekildi. Daha da önemlisi öğrencilerin kişisel verilerinin kullanılmasına dair yapılan tartışmalar oldu ve dün akşam Milli Eğitim Bakanlığı bir açıklama yaptı. Bu resmi bir açıklama olduğu için  sendikamız tarafından yayımlanan eğitim günlüğünde de buna bir cevap verdik. Bakanlığın yapmış olduğu açıklamada,  “öğretmenlerin kişisel olarak eriştiği bazı video konferans yazılımlarının siber saldırılara açık olduğu ve öğrencilerin verilerinin kullanımına açık olduğu, bu hususa dikkat edilmesi “gerektiği gibi ifadeler içeriyordu. Bizim öğretmen arkadaşlarımızın hiç biri kendi iradesi, kendi tercihi ve kendi kararıyla bu sanal sınıflara ulaşmadılar. Bu sanal sınıfların kullanımı tamamen eğitim yöneticilerinin baskısı ve zorlaması ile oldu. Milli Eğitim Bakanlığı, şu an bu kullanımdan kaynaklanabilecek hukuki ve ekonomik sonuçları üstlenmek istemediği için bu kararlar sanki öğretmenlerin kendisi tarafından alınmış kararlarmış gibi bir açıklama yaptı. İlk olarak bu durumu doğru kabul etmediğimizi ifade edelim.

Onaylanamamış resmi olmayan araçlar karmaşa ve sorun yaratıyor

İkincisi; bu programların zaten güvenlikli olmayan ve eğitim aracı olarak onaylanmamış programlar olduğunu ifade ettik. Eğitim aracı olarak onaylanmış bir programda pek çok unsuru dikkate almanız gerekir. Nedir bunlar? Öğrencinin güvenliği, öğretmenin güvenliği, bilgilerinin kullanılmasıyla ilgili güvenlik, kötüye kullanılmasının önüne geçme, içeriklerin nasıl kullanılacağı… Bütün bunlarla ilgili değerlendirmeler yapıldıktan sonra o aracın eğitimde kullanılıp kullanılmayacağına karar veriliyor ancak şu an geldiğimiz aşamada uzaktan eğitimde onaylanmamış araçların kullanımı büyük bir karmaşa ve sorun yaratıyor. Biz de öğretmen arkadaşlarımıza sürekli olarak şu çağrıyı yapıyoruz: Bakanlığın resmi olarak onaylamadığı hiçbir aracı kullanmayın, sadece Bakanlığın onayladıklarını kullanın. Bu bizim açımızdan temel bir mesele ve önümüzdeki günlerde de bunu tartışmaya devam edeceğiz.

Dijitalleşme uygulamaları eğitimi piyasalaştırıyor

Gelelim sorunuzun ikinci bölümüne; sanal sınıf uygulamalarının geleceği dünya çapında çok temel bir tartışma. Eğitimde bireyselleşme ve eğitim teknolojilerinin gelişmesi, öğretmen ve öğrenci rollerindeki değişim ve öğrencilerin kişisel verilerinin piyasalaşması eğitim örgütlerinin dünya genelinde en yoğun olarak tartıştığı konular. Eğitim-Sen, dünya genelindeki eğitim sendikalarının üyesi olduğu Eğitim Enternasyonal’i adı verilen uluslararası kuruluşun Türkiye’deki tek üyesidir. Temmuz 2019’da Eğitim Enternasyonali’nin dünya genel kurulu yapıldı. Eğitim-Sen’in de içinde bulunduğu bazı sendikaların verdiği ve oybirliği ile kabul edilen bir önergeyle, eğitimde dijitalleşme uygulamalarının öğretmenin eğitimdeki rolü üzerindeki olumsuz etkilerine ve piyasalaşmaya sunmuş olduğu katkılara karşı dünya genelinde bir mücadele kararı alındı. Bu kararın alınmasında Eğitim-Sen’in de ciddi bir katkısı oldu. Önümüzdeki dönem bu piyasalaşma ve öğretmen rolünü olumsuz etkileyen araçların sınıf içi kullanımına karşı mücadele edeceğiz. Ama bu şu anlama da gelmiyor: Bizler eğitim teknolojisinin gelişmesine ve bu olanakların sınıf içinde kullanılmasına da karşı değiliz. Kesinlikle kullanılmaları gerekiyor ancak bunlar öğretmenin sınıf içerisindeki ya da sınıfın kendisinin toplam faaliyetini kolaylaştırıcı, teknik destek sağlayıcı ve bir miktar hızlandırıcı işlevi olması gerekiyor. Asla ve asla bu uygulamaların da öğretmen rolünü ortadan kaldıran bir özelliğe sahip olmaması gerektiğini düşünüyoruz.