İnsan, bilim ve felsefe üzerine düşünceler – Ahmet Kavruk

İnsan, bilim ve felsefe üzerine düşünceler – Ahmet Kavruk

06/02/2020 Kapalı Yazar: Ahmet Kavruk

İnsanlar, tarihi boyunca doğayla amansız bir savaşım içinde oldu. İnsan, bu savaşımda doğanın bir parçasıydı ama edilgen değil etken bir parçasıydı. Biyolojik olarak hayvanın en üst aşaması olan insanlaşma ile birlikte, üretim faaliyeti süreçleri içerisinde dünyayı değiştiriyor ve kendisini doğaya adapte ediyordu. Doğanın yasalarına boyun eğmeyi kabul etmiyor, bu yasaları çözmek, bilinmeyeni bilmek, görünmeyeni görmek istiyordu çünkü ancak bu şekilde doğaya hükmedebilir, gelişimini sürdürebilir ve yaşamını daha kolay sürdürebilirdi.

İnsan ilk başlarda doğa karşısında çok güçsüzdü. Sırrını çözemediği doğa olayları yaşamını zorlaştırıyordu ve insan, sırrını çözemediği bu doğa olaylarını ilahlaştırarak farkında olmadan dinlerin de temelini atmış oluyordu. Yerleşik yaşama geçen insan üretim ile birlikte doğa ile daha faydacı bir ilişki içerisine girdi. Üretim geliştikçe ihtiyaçlar, bu yasaları tanımaya, çözmeye ve değiştirmeye daha çok zorluyordu. Örneğin; bakırı bulan, işleyen ve iş aletleri yaparak bakırı kendi yaşamına katan insan, bakırın azalması ile yeni arayışlar içine giriyordu ve keşfettiği kalay madeni ile bakırı karıştırarak tuncu elde ediyordu. Yine ilkel toplayıcılık döneminde mevsimleri ve mevsimlerin özelliklerini bilmek için insan için çok zor değildi ve insanların bu konuda asgari düzeyde bilgileri vardı. Ancak tarıma geçişle beraber, doğanın bu yasasını bilme ihtiyacı arttı çünkü tarımı eski yetersiz bilgiler ile yapmak, emekleri boşa harcamak ve aç kalmak demekti. Örneğin; buğday eken bir topluluk yağışların hangi mevsimde, hangi ayda, ne kadar olduğunu bilmek zorundaydı aksi takdirde ekin boşa gidebilirdi. Tarihsel süreç içerisinde insan, gelişimini sürdürdü. Bu gelişimin hiçbir aşaması geçmişten kopuk değildir. Tamamen tarihsel birikimin ürünüdür. Atılan her yeni adım, insanlığın başlangıcından bu yana biriktirilen değerlerin devamıdır.

İşte bilim, bilginin tarihi gelişme sistemini temsil eden sosyal bilinç düzeyidir. Yüzyıllar boyunca doğa ile mücadelesi sırasında elde edilen bilgilerin geldiği düzey sonucu bilim, zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Bilimin itici kuvveti, üretim gerekleri ve toplumun ihtiyaçlarıdır. Bilimin ilerlemesi basit sebep-sonuç ilişkilerinden ve basit bağlantılardan daha mükemmel ve temel yasalara geçişle meydana gelir. Doğanın yasaları olduğu gibi toplumun da yasarlı vardır ve bu kanunların çözümleri ancak bilimsel yöntemlerle gerçekleşebilir. Bilimsel yöntem, görüntünün ardındaki objektif yasaları ortaya çıkarmakla mümkün olur. İnsan bu yasaların oluşturduğu zorunlulukları, objektif bir şekilde açığa çıkarttıktan sonra gerçek anlamda ilerleyebilir. Doğa ve toplum yasalarını bilimsel bir yöntemle, neden-sonuç ilişkisi içinde incelemek yasaların altında gizli olan gerçekleri ortaya çıkarır. Bu noktada bilim, felsefe ile sıkı bir ilişki içerisindedir çünkü felsefi dünya görüşü, bir araştırma metodu olarak bilimin silahıdır. Bu bağlantıya örnek verecek olursak idealizm, var olan her şeyi “düşünce”ye bağlayıp ondan türeten; düşünce dışında nesnel bir gerçekliğin var olmadığını, başka bir deyişle düşünceden bağımsız bir varlığın ya da maddî gerçekliğin bulunmadığını dile getiren felsefe akımıdır ve idealizm, bilimin gelişmesinde insanlığın önüne bir set oluşturabilir. Bu duruma başka bir örnek verecek olursak diyalektik materyalizm, doğadan topluma doğru geliştirilerek tarihsel süreçlerin anlaşılmasında ve açıklanmasında kullanılmasıyla formüle edilen bir yöntemsel yapıdır. Bu bağlamda diyalektik materyalizm ise bilimin ilerlemesinde ve insanlığın gelişimde bir sıçrama yaratmıştır.

Toplumun üretici faaliyetlerinden ortaya çıkan ve belirli bir süreç içinde ilerleyen bilim, toplumun gelişme seyrini de güçlü bir biçimde etkiler. Yer çekimi kanununu bulan insan, bu zorunluluğu yener, uçakları ve daha sonra da füzeleri üretir. Atom fiziğini geliştirir, yasalarını çözer, atomu parçalayarak muazzam derecede enerji elde eder hatta bunu daha da ileri taşıyabilir. Kaydedilen tüm gelişmeleri insanlığın hizmetine sunar. Günümüzde üretim, gittikçe artan bilim ve teknoloji olmaksızın düşünülemez. Bununla birlikte politika, bilim ve bilimsel bakışla iç içe geçmemişse sığlaşır. En başta insanı kavrayamaz ve doğal olarak olguları değerlendirmesi ve çözümleri yüzeysel kalır.

Tabi ki, içinde yaşadığımız kapitalist dünyada egemenler, bilimsel gelişmeleri kendi çıkarları için kullanmak isterler. Toplumun bütün değerlerini tekellerine alabildikleri gibi, bilimi de kendi tekellerine alırlar. İnsanlığın yararına olması gereken bilim, egemenlerin elinde insana düşman hale gelir. Bunun en basit ve somut örneği, atom bombasıdır. Çekirdek enerjisinin ortaya çıkarılmasında ilk adım olan, radyoaktifliğin bulucularından Pierre Curie, 1903 yılında aldığı Nobel ödülü töreninde şöyle diyordu, “Radyumun cani ellerde çok tehlikeli olabileceğini düşünebiliriz. Doğanın sırlarını çözmek insanlığın yararına mıdır, acaba bu sırlardan yararlanabilecek kadar olgun muyuz, edindiğimiz bilgiler insanlık için zararlı olmayacak mı, diye sormak hakkımızdır. Nobel’in kendi buluşları bu bakımdan örnek olarak anılabilir. Yüksek güçlü patlayıcılar insanlığa çok güç işler başarma olanağı vermiştir. Ama aynı zamanda bunlar, halkları savaşa sürükleyen caniler elinde korkunç birer yok etme aracıdır. Ben Nobel gibi, yeni buluşların insanlığa kötülükten çok iyilik getireceğine inananlardanım.”

Curie’nin bu öngörüsü, II. Dünya Savaşı’nda ne yazık ki gerçek oluyor. Yapay radyoaktiflik çalışmaları, çekirdek bölünmesi ve zincirleme etkileşim sonucu ortaya çıkan çekirdek enerjisi keşfediliyor. Bu keşif, egemenlerin elinde atom bombasına dönüşüyor ve 1945’te Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarıyla, yüz yetmiş bin insan katlediliyor.

Albert Einstein ise atom bombası yapımında doğrudan bir etkisi olmamasına rağmen “Bilim atom bombasını üretti fakat asıl kötülük insanların beyinlerinde ve kalplerindedir” diyerek bilimin ürettiği atom bombasını egemenlerin nasıl kullanıldığını bu sözüyle özetlemiştir. Einstein, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra nükleer silahların başa dert olacağının bilincindeydi. Fizikçi Niels Bohr’a Aralık 1944 de yazdığı mektupta: “Savaş bittiğinde, bütün ülkeler savaş süresince gizli kalmış teknolojik sırları öğrenecekler, böylece kaçınılmaz biçimde koruyucu savaşlar çıkacaktır. Bu da, bugünkü günden daha yıkıcı sonuçlar getirecektir.” demiştir. Ne yazık ki tarih Einstein’ın öngörülerini doğruladı.

Bu tür örnekler günümüzde fazlasıyla mevcuttur. Genetik alanındaki gelişmeler, egemenleri biyolojik silah yapımına yöneltmiştir. Uzay araştırmaları insanları tehdit edecek silah, uydu vb. üretimlere dönüktür. Özellikle büyük şehirlerde bugün “güvenlik” adı altında topluma kabul ettirilen birçok teknolojik gelişme aynı zamanda egemenlerin dünyada milyarlarca insanın üzerinde kurduğu bir hegemonya ve tahakküm aracına dönüşmüş durumdadır. Bilimsel bulguların sonucunda hızla ilerleyen teknoloji, egemenlerin toplum üzerinde daha derin bir denetim ağı ve daha fazla baskı aracının mekanizmasını oluşturur bir halde ilerliyor. Bilimi savaşın hizmetine sokmaları ve özellikle nükleer silah yapımı ve denenmesi ile doğaya da büyük zarar vermektedirler. Böylesi çalışmalarla doğanın dengesini kendi çıkarları için alt üst edip bozmaktadırlar.

İnsanlık tarihinde olan gelişmelerin, insanın bilinçli iradesinin sonucunda gerçekleşmesi için ve insanlığa faydalı olması için mutlaka felsefe ile daha fazla iç içe olmalıyız, daha fazla sorgulamalıyız, daha fazla okumalıyız. İşte o zaman nükleer bombalara ve kirli savaşlara ihtiyaç duymadığımız bir dünyada yaşarız. İnsanın insana hükmetmesinin bir aracı olan bilim, insanın doğayı keşfetmesinin ve bilinmeyeni bilmesinin bir aracı olmalıdır. Bilim, kimsenin tekeli olmamalıdır. Bilim ne bireylere ne de bir topluluğa ait değildir aksine evrenseldir, tüm insanlığındır. İnsanlık tarihinin başından itibaren biriken bilimsel bilgilere daha üst boyutlarda katkı yapma olanağı sağlamalıyız ve bunu için bilimsel çalışmaların önünü açmalıyız. Bilimi, mutlaka toplumsallaştırmalıyız ve özgürleştirmeliyiz. Tarih bizi uysallık ve sorumluluk arasında bir tercih yapmaya zorluyor. Sizin tercihiniz hangisi?