Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler – Fikret Başkaya*

Bir egemenlik aracı olarak üniversiteler – Fikret Başkaya*

12/06/2020 Kapalı Yazar: Fırtına Dergi

Eleştirinin olmadığı, özgür düşüncenin olmadığı, farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayıldığı yerde, üniversiteden söz edilemez. Dolayısıyla “reel üniversite” tevatür edilenden çok farklıdır… Gerçi Türkiye’de kelimenin gerçek anlamında üniversite olmadı ama her zaman sayıları az da olsa üniversiteye yakışan hocalar, üniversite üyeleri vardı bu gün de var… Bilim namusuna, entellektüel dürüstlüğe sahip olan, söylediklerinin arkasında sonuna kadar duran öğretim üyelerinin başına nasıl çorap örüldüğü de ilgili herkesin malumudur…

Üniversitelere dair retorikle realite arasında her zaman büyük bir uçurum vardı. Başka türlü söylersek, gerçekte var olan reel üniversite, tevatür edilenden farklıydı. Üniversitelerin özgür tartışma odakları oldukları, her türlü düşüncenin özgürce/sınırsızca tartışılabildiği, yeni ve orijinal fikirlerin filizlenip-yeşerdiği, evrensel bilginin ve bilimin üretildiği, her dönemde toplumun bir kaç adım önünde olan, “bilim yuvaları” oldukları vb… şeklinde yaygın bir tevatür üretilmiş durumdadır. Oysa gerçekte var olan üniversite, var olduğu söylenenden çok farklıdır.

Tarih sahnesine çıktıkları dönemden bu yana üniversiteler hiç bir zaman ilerici, düşüncenin filizlenip- yeşerdiği yerler olmadılar. Paradigma yıkıcı ve kurucu odaklar olmadılar. Genel bir çerçevede ve her zaman sınıfsal çıkarların bekçiliğini yaptılar. Misyonları ve varlık nedenleri esas itibariyle burjuva devleti meşrulaştıran bir egemen ideoloji [bizde resmi ideoloji] üretmek ve yaymak, bir de devlet çarkını döndürecek kadroları ‘yetiştirmekten’ ibaretti…

Dolayısıyla olan, olması gereken değildi. Teorik olarak bir kurumun üniversite tanımına uygun olabilmesi, o tanımı hak edebilmesi için, devlet ve sermaye karşısında özerk olması gerekir. Özerklik vazgeçilmezdir ama bir başına amaç değildir. Özerklik, ifade özgürlüğünün, düşünce özgürlüğünün, araştırma özgürlüğünün güvencesi/garantisi/koruyucusu olduğu için son derecede önemlidir. Zira, bilimsel-entellektüel-estetik etkinlik, ifade özgürlüğünün/düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde mümkün değildir. İkincisi, üniversitenin kendine mahsus bir ‘üslûbu’, bir ‘tarzı’ olması gerekir. Şundan dolayı ki, “öğretme” etkinliği özellik arz eder? Öğretmenlik herhangi bir meslekten farklıdır. Öğretmenin öğretmeyi sevmesi gerekir, öğrenciyi sevmesi gerekir, bu iki koşul yoksa öğretmenin adı vardır ama kendi yoktur. Fakat, öğretmenin öğretmeyi sevmesi için kendisinin de bizzat öğrenmeyi sevmesi gerekir. Öğrenmeyi sevmeyen öğretmen sayılmaz! Dolayısıyla öğretmenlik, herhangi bir meslekten farklı olmak zorundadır. O diğer devlet memurlardan veya başka bir meslek erbabından farklı olmak zorundadır. Öğretmenlik sadece ekmek parası kazanılan bir meslek değildir. Elbette öğretmenin de karnı doymak zorunda, geçimini sağlamak zorunda ama o diğerlerinden farklı bir ‘özelliğe’ sahiptir.

Öğretmen için geçerli olan bu koşul, üniversite üyesi için daha da geçerlidir. Teorik olarak üniversite üyesi başka yerde iş bulamadığı için, tesadüfen oraya savrulmuş biri olamaz… Sivil savunmada memur, avukat, hekim, bankada müfettiş, bir şirkette yönetici, değilse üniversitede öğretim üyesi… olamaz, olmaması gerekir. Zira üniversite üyesinin diğerlerinden farklı olarak, etik- entellektüel- bilimsel- estetik, kaygılar taşıyor olması, tecessüs sahibi olması, şeylerin gerçeğine nüfûz etme arzusu ve kaygısı taşıması, yaptığı işi sadece bir karın doyurma, bir geçim vasıtası olarak görmemesi gerekir. Başka türlü söylersek, üneversetinin, diğerleri gibi bir kurum olmaması gerekir. “Ayrıksı, ‘özel’ bir ‘niteliğe’ sahip olması gerekir. Dolayısıyla, kendine mahsus bir tarzı, üslubu ve geleneği olması gerekir derken kast edilen bu… Üçüncüsü, üniversitenin kendini savunabilmesi gerekir. Tabii kendine mahsus yöntem ve araçlarda. Mesela Amerikancı askeri cunta YÖK’ü dayatmak üzere harekete geçtiğinde, üniversite üyeleri, öğrencileri, üniversite personelini ve mümkünse kamu oyunun da desteğini alarak saldırıya karşı çıkabilseydi: “Biz üniversite üyeleri olarak, varlığımıza yönelik bu düzenlemeyi, bu saldırıyı kabul edemeyiz, akademinin bir askeri kışla haline getirilmesini kabul edemeyiz” deselerdi. Bilim namusunun ve entellektüel dürüstlüğün gereği olan tavrı ortaya koyabilselerdi, YÖK saldırısı püskürtülebilirdi. Değilse bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Nitekim, üniversitenin böyle bir karşı hamlesi karşısında cunta iki şey yapabilirdi: üniversiteleri kapatmak veya geri adım atmak… Fakat, üniversiteyi kapatmak, sadece orada okuyan bir kaç yüz bin öğrenciyi angaje etmez… Onların aileleri var, akrabaları var, yakınları var… Sadece bir kaç yüz bin kişi söz konusu değildir. Üniversiteyi kapatmak, oldukça geniş bir kitleyi karşısına almaktır! Lâkin hiç te öyle olmadı. Dönemin rektörleri ve akademi başkanları Cunta şefinin karşısında esas duruşa geçtiler, Şefe fahri doktora (honoris causa) unvanı bile verdiler… Üniversite üyeleri de meslektaşlarını cuntaya ihbar ettiler… Geçtiğimiz aylarda ‘barış için akademisyenler bildirisi’ sonrasında üniversite yönetimlerinin ve meslektaşlarının tavrına bakılırsa, maalesef ‘garp cephesinde yeni bir şey yok’. Ve nihayet dördüncüsü de, üniversite dahilinde yapılanların, toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi, kavuşması gerekir. Zira, toplumdaki özgürlük mücadelesine yabancılaşmış bir kurum, bir gericilik yuvası olmanın ötesine geçemez…

İşte bir kurumun üniversite adını hak edebilmesi için, vazgeçilmez, olmazsa olmaz koşullar bunlardır. Dolayısıyla, bir binanın ön cephesine üniversite yazıldı diye orası üniversite olmaz… Velhasıl neden söz ettiğini bilmek önemlidir.

Bu günkü üniversitelerin ataları XI. yüzyıldan başlayarak Batı Avrupa’da ortaya çıktı. İşte ilk kurulanlardan biri, İtalya’da (1088) Bolonya üniversitesiydi. Onu Paris’te Sorbonne izledi (1215), İngiltere’de Oxford (1243), Cambridge (1284), Almanya’da Heidelberg (1386), Köln (1388), Tubingen (1388)… Bu üniversitelerin tarih sahnesine çıktıkları dönem, Batı Avrupa’da kentlerin, (kent devletlerinin) ortaya çıktığı, meta ilişkilerinin ve ticaretin gelişmeye başladığı bir dönemdi. Söz konusu üniversiteler Kilise dahilinde faaliyet gösteriyorlardı ve esas itibariyle de Orta Çağ tarım toplumlarının dine dayalı egemen ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği kurumlardı. Bizde Batı’dakine benzer ilk üniversite Darülfünun adıyla 1863 de kuruldu. Bir kaç defa kapanmak zorunda kaldı ve 1933 yılında bir reform geçirdi. Bu gün 114’ü devlet, 76’sı özel olmak üzere, kapısında üniversite yazılı olan 190 kadar üniversite var…

Başlarda üniversitelerin işlevi esas itibariyle ideolojikti. Kurulu düzeni meşrulaştırmanın araçlarıydılar. Rönesans, Reform, Aydınlanma, İngiliz Sanayi devrimi ve Büyük Fransız devrimi sonrasında, kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle, reforme edildiler, dönüştürüldüler ve/veya yenileri kuruldu. Hem ideolojik referansları ve hem de işlevleri değişti. Artık sadece egemen ideolojinin üretildiği kurumlar değillerdi. Bundan böyle yeni egemen sınıfın, kapitalist sınıfın, yükselen sanayinin ihtiyacı olan ‘yetişkin’ işgücünü de yetiştireceklerdi. Neoliberal küreselleşmeyle birlikte bir eşik daha aşılmış görünüyor. Şimdilerde üniversiteler bildik birer kapitalist işletmeye, ticari işletmeye dönüşmekteler… Artık “özel teşebbüs üniversiteleri” çağındayız… Eğitim programları, ders müfredatları piyasanın ihtiyaçlarıyla uyumlandırılıyor! Sermaye birikimine, kâra endeksli olmayan, insanı, toplumu, dünyayı anlamaya yarayan disiplinler (dersler) müfredat dışına atılıyor. Öyle ya, felsefe okutmanın ne alemi var! Temel bilimler, tarih, sosyoloji, antropoloji, gibi dersler de kârı artırmaya, sömürüyü ve yağmayı büyütmeye yaramadığına göre… Bundan sonra üniversitede artık sadece “faydalı bilgilerin’, ‘işe yarayan’ bilgilerin öğretilmesine izin verilecek! Hangi bilginin “faydalı”, ‘işe yarar’ olduğuna da ‘kutsal piyasa’ kadar vermek şartıyla… Bizdeki özel üniversiteler özel dersanelerin devamıdır. Özel dersaneler sınav ticareti, özel üniversitelerde de diploma ticareti yapılıyor… Tabii haklarını da yememek gerekir. Kutsal devleti meşrulaştırma işini de elden bırakmış değiller… Bunların tipik kapitalist işletmelerden pek bir farkı yok… Zira orada etik, bilimsel, entellektüel, estetik, filozofik, evrensel… kaygıların esamesi okunmaz. Gerçek durum böyle ama burunlarından da kıl aldırmazlar…

“Kutsal devlet” üniversiteye karşı

Türkiye’de üniversiteler hiç bir zaman üniversite tanımına uygun kurumlar olmadılar. “Kutsal Devlet” anlayışı ve bağnaz, köşeli, boğucu bir resmi ideoloji geçerliyken, özerk kafaların, özerk kurumların yaşamasına izin verilmezdi ve verilmedi. Bizde üniversite denilen kurumlar resmi ideolojiyi en çok içselleştirmiş kurumlardan biridir. Orada özgür düşünce ve radikal eleştiri en büyük düşman sayılır, lânetlenir ve cezalandırılır… Aslında bizdeki üniversiteler lisenin, orta dereceli eğitimin doğrudan devamıdırlar. Bir farkla: Öğrencilere bir “uzmanlık” kazandırıyorlar. Elbette bu gereklidir ama yeterli değildir. Orada verilen eğitim, sadece rejimin, egemenlik sisteminin ihtiyacı olana odaklanmıştır. Sömürü düzenini yeniden üretme işlevine koşulmuştur. Rejimi sorgulamak yasaklanmıştır. Rejimi ideolojiyi sorgulamaya cüret edilenler, devlet düşmanı ilan edilirler ve “hak ettikleri” cezaya çarptırılırlar. “Paradigmanın İflası” adlı kitabım yayınlandıktan 15 gün sonra soruşturma açıldı. Avukatım savcıya: “Bu kitabın yazarı bir akademisyendir, bir üniversite üyesidir, burada yapılan Türkiye’nin 90-100 yıllık döneminin bilimsel tahlilidir, dolayısıyla bu kitabı ‘bölücü terör propagandası sayıp Terörle Mücadele Yasası dahilinde yargılayamazsınız” diyor. Savcı kendinden gayet emin: “Yağma yok! Hem devletin ekmeğini yiyeceksin ve hem de devleti yıkmaya çalışacaksın, öyle şey olmaz diyor” diyor! Aslında bu, dava açıldığı anda ceza da kesinleşmiş demeye gelir… Bu işin TC cephesini angaje eden yanı… Ceza Yargıtay’da onaylanıp kesinleşince, ceza evi yolu görününce, araştırma görevlilerimizden ikisi, kısa bir bildiri yazıp, imzaya açıyorlar, kapısını çaldıkları hocalardan biri: “Ben bu bildiriye imza atmam” diyor. “Neden” dediklerinde: “Devlet ceza verdiğine göre demek ki, bir bildiği var!” diyor… Bu da işin Akademiyi angaje eden yanı.. Netice itibariyle üniversite üyeleri ve devlet karşılıklı olarak birbirlerini üretiyorlar. Eleştirinin olmadığı, özgür düşüncenin olmadığı, farklı düşünenin hain, muhalifin düşman sayıldığı yerde, üniversiteden söz edilemez. Dolayısıyla “reel üniversite” tevatür edilenden çok farklıdır…

Gerçi Türkiye’de kelimenin gerçek anlamında üniversite olmadı ama her zaman sayıları az da olsa üniversiteye yakışan hocalar, üniversite üyeleri vardı bu gün de var… Bilim namusuna, entellektüel dürüstlüğe sahip olan, söylediklerinin arkasında sonuna kadar duran öğretim üyelerinin başına nasıl çorap örüldüğü de ilgili herkesin malumudur… Tabii özgür düşüncenin, özgür yaratıcılığın, eleştirel düşüncenin iflah olmaz düşmanı olan bu rejimin, en büyük yazarlarına, sanatçılarına, şairlerine, düşünce adamlarına, üniversite üyelerine, gazetecilerine… nasıl bir muameleyi reva gördüğü de bir sır değil! Eğer üniversite, üniversite olsaydı, üniversite üyeleri bilim namusunun ve entellektüel dürüstlüğün gereğini yapsaydı, YÖK gibi bir ucube var olabilir ve 34 yıl yerinde kalabilir miydi? Üniversite üyeleri ‘ortalama bir memur kafası’ taşımasalar, kendi varlık nedenine yönelen saldırının karşısında durmayı başarsalardı, bu günkü kepazelik mümkün olur muydu? Sınırlı bir istisna dışındaki üniversite üyeleri ‘devletimiz gibi, devletimizin istediği gibi’ düşünürler… Eğer adına layık gerçek bir üniversite olabilseydi, toplum bu günkü sefil hallerde olur muydu. Elbette bir belirleyicilik ilişkisi var… Nitekim devlet ve toplum böyle olduğu için de biraz üniversite ve diğer kurumlar böyle… Aslında düşünce özgürlüğü hayati öneme sahiptir. Zira, özgür düşüncenin, özgür eleştirinin, özgür yaratıcılığın yasaklandığı bir toplum, kendisi hakkında düşünme yeteneğini kaybeder, önünü göremez, yolunu bulamaz, çürür ve çöker. Bu yüzden boşuna özgür düşünce, ifade özgürlüğü, eleştirel düşünce hayatî öneme sahiptir denmiyor!

Devletten ve sermayeden bağımsız, halk üniversitelerini, ezilen halkların-sömürülen sınıfların, “büyük insanlığın’ üniversitelerini kurmak hem mümkün ve hem de gereklidir.

Eğer mevcut üniversiteler devletin ve sermayenin hizmetinde birer gericilik yuvalarına, tuhaf ticarethanelere dönüşmüşse, insanların bilincini köreltmenin, köleleştirmenin ve kâr etmenin araçları haline getirilmişlerse, bu durum karşısında eli-kolu bağlı kalmak, “sayın seyirciliğe” devam etmek mi gerekiyor? Neden hayatî öneme sahip bu ‘alan’ sermayeye ve onun devletine bırakılsın? Birer gericilik yuvaları olmalarına izin verilsin? Fakat bir şeyi başarmak için önce onu akıl etmek, gündeme almak, iş edinmek, farkındalık gerekir. Zira bu gün Türkiye’deki bilimsel-entellektüel birikim, devletten ve sermayeden bağımsız (özerk değil, tam bağımsız) eğitim kurumları, tartışma odakları, enstitüler, okullar, adı ne olursa olsun, ‘gerçek üniversite’ tanımına uygun, dinamik, canlı, toplumun gerçek anlamda politikleşmesinin ve özgürleşmesinin önünü açacak kurumlar oluşturmak için yeterlidir. Bütün mesele o potansiyeli harekete geçirip, geçirememekle ilgilidir. Meramımızı daha iyi anlatmak için, Özgür Üniversite’nin [Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı’nın] kuruluş bildirgesinden bir alıntı yapalım:

“İnsanlık ve uygarlık böyle bir döneme girmişken, eleştirel bilgi ve düşünce her zamankinden daha büyük gereksinim haline geliyor. Bilimin ve entelektüel yaratıcılığın artık emperyalist sermayenin, komprador burjuvazinin bilgi tacirlerinin ve “neoliberal aydın” bozuntularının sultasından kurtarılmaya ihtiyacı var. Tüm kamusal alanları ve eğitimi metalaştıran, özel yaşama alanlarını da atomize eden kapitalist ideolojik hegemonyaya karşı bayrak açılmadan, ne bilimsel bilgi üretilebilir ne de emekçi sınıfların ideolojik köleliği aşmasının önündeki engeller ortadan kaldırılabilir. Tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumsal kurtuluş ve özgürleşme projelerinin de yaratıcı bir tarzda yeniden üretilmeye ihtiyacı vardır.

İşte Türkiye ve Ortadoğu Forumu böyle bir tespitten yola çıkıyor ve eleştirel bilgiyi emekçi kitlelerin hizmetine sunmanın gerekli ve mümkün olduğunu ilan ediyor. Emekçilerin devletten ve sermayeden bağımsız, eğitim kurumları ve ideolojik müdahale araçları oluşturmaları gerçek bilimin ve eleştirel düşüncenin de bir gereğidir. Zira, gerçeğe ihtiyacı olanlar da, bilime ihtiyacı olanlar da, onlardır ve “devrimci olan da sadece gerçeğin kendisidir”. Sermayenin küresel saldırısından zarar görenler aynı zamanda bilimsel bilgiye ihtiyacı olanlardır. Ve bu coğrafyada ezilen halkların özgürleşme çabası ve onların anti-emperyalist mücadelesi, dayatılan karanlığı ve gericiliği püskürtebilecek potansiyele sahiptir. Geriye potansiyeli bilince çıkarmak, olanaklarını araştırmak kalıyor. Zaten Türkiye ve Ortadoğu Forumu ve Özgür Üniversite’nin varlık nedeni de budur.

Forum ve Özgür Üniversite, eleştirel bilimsel bilginin, (zira eleştirel değilse bilim de değildir) yönetilenler, sömürülenler ve ezilen halklar yararına yeniden üretebileceğini kanıtlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Ve işçilerin, işsizlerin, yoksulların, sermaye düzeni tarafından dışlanmışların, kimlikleri bastırılmış halkların, onurlu aydınların ortak çabalarıyla, kendi bilim kurumlarını, kendi “organik aydınlarını” eğitim süreçlerini, kendi dillerini, bilimsel yöntem ve araçlarını, üniversitelerini, tartışma kültürlerini, enstitülerini, yazar ve araştırmacılarını, düşünürlerini yaratabilecek potansiyele fazlasıyla sahip oldukları inancıyla yola çıkıyor.”

İşte bütün mesele bu! Bütün mesele haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyacak mıyız, öyle bir şeye cüret edecek miyiz, yoksa, itilip-kakılmaya, aşağılanmaya, bize dayatılan kepazeliğe razı mı olacağız!

Özgür Üniversite devletten ve sermayeden tam bağımsız bir üniversitenin mümkün olduğunu kanıtladı…

Özgür Üniversite sorunlara, şeylere ezilen ve sömürülen sınıflar tarafından bakmanın, devletten ve sermayeden tam bağımsız bir üniversitenin mümkün olduğunu gösterdi. Özgür Üniversite özerk değil, tam bağımsızdır. Hiç bir yerle, hiç bir güçle, hiç bir iktidar odağıyla bir bağımlılık ilişkisi içinde değildir. Neyi nasıl yapacağına kendi karar verir. Ders programını oluştururken hiç bir odağı dikkate alması gerekmiyor. Fakat Türkiye’deki ilerici-sol muhalefet, Özgür Üniversite’nin işlevini kavramakta yetersiz kaldı. Türkiye ve Ortadoğu Doğu Forumunu, Özgür Üniversiteyi bir ‘politik fraksiyon’ gibi görme eğilimindeydiler. Oysa Özgür Üniversitenin misyonu ve varlık nedeni tartışma açmak, sorunları tartışılabilir ve anlaşılabilir kılmak, bilinç alanına müdahale etmektir. Aksi halde biz de pekâlâ bir fraksiyon, diğerleri gibi bir ‘politik örgüt’ kurabilir ve onlarla “yarışa girebilirdik!”. Aslında Özgür Üniversite hakkında böyle bir algının varlığı, solun bilimsel-entellektüel faaliyeti küçümsemesinin sonucudur ki, eleştirel teorik bilginin küçümsendiği yerde devrimcilik taslamak beyhudedir… Zira entellektüel etkinliği, teorik yaratıcılığı küçümseyen bir sol muhalefet olamaz. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve bu yüzden “anlamak aşmaktır” denmiştir…

Fakat Türkiye’de sola musallat olmuş tuhaf bir aymazlık var: “Artık söylenmesi gereken her şeyin söylendiği, dolayısıyla geriye bu düzeni değiştirmek kaldığı” şeklinde köklü bir anlayış geçerli… Başka türlü söylersek “anlama işi tamam, şimdi sıra dönüştürmekte”… Bu kafayla sürekli yerinde saymak, patinaj yapmak kaçınılmazdır. Toplumu anlamadan onu nasıl değiştireceksiniz?.. Aslında bizde solun böyle bir tavır ve anlayışa sahip olmasının da bir nedeni var: Okumayı, araştırmayı, tartışmayı önemsemiyor, sevmiyor, öyle bir zahmete katlanmaya pek niyetli değil… Söylenmiş olanı tekrarlamakla bu dünyayı nasıl değiştireceksiniz? Kulaktan dolma bilgilerle realiteyi değiştirmek mümkün müdür?

Özgür Üniversite kurulduğu günden beri sadece gönüllüğe dayandı. Orada ders veren, konferans veren, yazan, çeviri yapan… her ne surette olursa olsun, katkı sunan değerli dostlarımız o işi gönüllü yaptılar, yaptıklanının maddi bir karşılığı yoktu. Kaldi ki, zaten ‘Kuruluş Bildirgesinde’ de “parayla bilim ve sanat olmaz” yazılıdır… Dolayısıyla Özgür Üniversite bilimsel-entellektüel-estetik etkinliği meta ilişkileri, meta kategorileri dışında, müşterekler alanında gerçekleştirmenin mümkün olduğunu göstermiş bulunuyor. Velhasıl elimizin armut toplamayabiliceğini gösterdi… Bu vesileyle bunca zamanda Özgür Üniversite’ye emeği geçen herkese minnet ve şükranlarımı sunuyorum. Netice itibariyle şeylerin seyrine müdahale etmek, güce meydan okumak bizim irademizi aşan bir şey değildir…


*Fikret Başkaya’nın bu yazısı Mesele dergisinin Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır.